Sürgün ve soykırım: Ne oralısın ne buralı!
Çoğu Türkiyeli tarafından köken olarak Türk sanılan Çerkesler, Karadeniz’le Hazar Denizi arasında yer alan Kafkasya bölgesinin kuzeyinde yaşayan kadim bir halk. Tarih boyunca önemli seferlere, göç yollarına ve bir geçiş güzergahına sahip olan Çerkesya Adige, Abaza, Oset, Çeçen, İnguş, Ubıh, Karaçay, Balkar ve diğer Çerkes halkların bir arada yaşadığı bir coğrafya. Günümüzde sayıca azalmış olsa bile bu çeşitlilik hala devam ediyor. Tarih boyunca Çerkesya olarak adlandırılan bu coğrafyanın hikayesi, heybetli dağları, yemyeşil doğası ve çok dilli yapısıyla edebiyatta, mitolojide de yer edinmiş. Mesela Sosruko, Çerkeslerin en ünlü mitolojik kahramanlarından biridir.
Çarlık Rusyası Çerkesya’yı kontrol altına almak ve topraklarını ele geçirmek istiyordu. 19’uncu yüzyılın başlarından 1864 yılına kadar süren Kafkas Rus savaşları Çerkeslerin yenilgisiyle sonuçlandı. Çarlık, eşitsiz ve acımasız savaş stratejisi ile dönemin en vahşi soykırımını da gerçekleştirmiş oldu. Köyler basıldı, çocuklar, kadınlar, yaşlılar öldürüldü. Tarlalar, ekinler yakıldı ve Çerkesler vatanını kaybetti. Çerkeslere üç seçenek sunuldu: Kuban vadisine gitmek, Çar ordusuna katılmak ve Hıristiyan olmak. Kabul etmeyen Çerkeslerin de Osmanlıya sürülmesine karar verildi. Çerkeslerin acı dolu sürgün tarihi de 1864 yılının mayıs ayı itibarıyla başlamış oldu. Osmanlı İmparatorluğu ve Çarlık Rusyası arasında çok önceden yapılan anlaşma gereğince Çerkesler Osmanlı topraklarına gönderilmek üzere Karadeniz kıyısına sürülmeye başladı. Açlık, soğuk ve salgın hastalıklar nedeniyle sürgün yolculuğu tam bir trajediye dönüştü.
Yaklaşık 1,5 milyon Çerkes yani nüfusun yaklaşık yüzde 90’ı vatanından sürüldü. 500 binin üzerinde insan sürgünde yaşamını yitirdi. Sürgün sonrası Osmanlının planlı iskan politikaları gereği Çerkesler güvenlik sorunu yaşanan bölgelere, kıyılara yerleştirildi. Dillerini, kültürünü bilmedikleri bir coğrafyada yaşama tutunmaya çalıştı.
HER SÜRGÜN İNSANI EKSİLTİYOR
Sürgün sonrası Çerkesler kendi gelenek ve kültürlerini korumaya çalıştı ama aynı zamanda Türkiye toplumuyla da entegre oldular. ‘Vatandaş Türkçe konuş’ dayatmaları, Çerkesçe köy isimlerinin değiştirilmesi, nüfus müdürlüklerinde isim davaları derken asimilasyon politikaları da tıpkı diğer halklarda olduğu gibi Çerkeslerin de kültürlerini daha kısıtlı yaşamalarına neden oldu. Bu topraklara geldiklerinde Türkçe bilmeyen Çerkesler, bir buçuk asır sonra bugün kendi dilleri Çerkesçeyi kaybetmek üzereler. Çerkes dilleri UNESCO’nun tehlike altındaki diller atlasında ‘güvensiz durumda olanlar’ başlığı altında yer alıyor.
Ubıhça bu topraklarda yok olan ilk Çerkes dili oldu. Bu dili konuşan ve Son Ubıh olarak bilinen Tevfik Esenç 1992 yılında hayata veda etti. Esenç’in ölümünden önce İsmet Arasan tarafından kayıt altına alınan Son Sesler belgeseli, Ubıhçanın çaresizliğini ve yalnızlığını anlatıyor. Yine Ubıhçayı anlatan 2019 yılında çekilen, Bir Rüya Gördüm, Anlatsam da Anlamazsınız belgeselinde bir dilin kaybolma öyküsü anlatılıyor.
COĞRAFYAMIZ BİR SÜRGÜN YOLU…
Çerkeslerin anavatanları Kafkasya’dan Anadolu’ya sürülmelerinin bu sene 159’uncu yılı. Sürgün ve ayrılık ise yalnızca Çerkeslerin kaderi olmadı Anadolu coğrafyasında. Coğrafyamız bir sürgün yolu… Balkanlardan ve Kafkaslardan Anadolu’ya, Anadolu’dan Der Zor çöllerine, Yunanistan’a, Trakya’dan Filistin’e, Suriye’den Anadolu’ya sürgün yolları… Bu yollar çeşitli zamanlarda zorla yerlerinden yurtlarından edilen ya da katliamlardan kaçıp kurtulmak isteyen insanların trajik hikâyelerini taşıyor.
Çerkes Sürgün ve Soykırımı üzerinden 159 yıl geçmesine rağmen Çerkesler Türkiye, Ürdün, Suriye, İsrail, Almanya gibi dünyanın birçok ülkesinde diasporik bir halk olarak yaşıyor. Çerkesler son yıllarda hikayelerini anlatmaya, görünür olmaya, paneller, belgeseller, filmler ve yazdıkları kitaplarla hem kültür sanat alanında hem de sivil toplumda Çerkes kimliğini anlatmaya devam ediyor.
Bu şartlar ve mücadeleler eşliğinde Çerkesler kendi anadillerinde yayınlar yapılmasını, Çerkes Soykırımı’nın tanınmasını, kültür ve geleneklerinin koruma altına alınmasını, Kuzey Kafkasya Cumhuriyetleri ile ilişkilerin geliştirilmesini istiyor. Bu istekler Çerkes şair ve yazar Çetin Öner’in Anadolu şiirindeki duygusu gibi diğer Türkiyeli halklardan bağımsız değil…
Anadolu
Ah, bu benim Türk yanım
Hititlerden başlayarak…
Ah, bu benim Ermeni yanım
Çok konuşkanım, çok susarak…
Ah, bu benim Azeri yanım benim
Yalnızlığı türkülere katarak…
Bu Gürcü yanım benim
Ekmek ve şarabı kutsayarak…
Ah, bu Rum yanım benim
Ağıt söyler oynayarak…
Ve bu Laz yanım,
Hoyrat, lacivert, matrak…
Ah, bu Arnavut yanım benim
Sevdasını yüreğine bir bıçakla kazarak…
Ah, bu Boşnak yanım
Yarasına zeytin dalı sararak…
Ah, bu Tatar yanım benim
Atımın toynaklarında savrulur toprak…
Ah, bu Yahudi yanım benim
Çalışırım tapınarak;
Tapınırım ağlayarak…
Ah, bu Arap yanım benim
Mümin, cesur, korkak…
Ve Kürt yanım
Yoksulluktan kaçarak
Dağlara sığınarak…
Ah, bu Çerkes yanım benim
Bin yıldır savaşarak…
Ah, bu insan yanım benim
Ah bu insan yanım
Boynumda bir çıngırak…
Çetin Öner